22 August 06, Tuesday @ 19:12
Petrolün tarihi milat öncesi yıllara, doğada tabi halde bulunabilen asfaltın (ki çoğunlukla bitümenden oluşur), mezopotamyada tuğla ve taş duvarlarda harç olarak kullanılmasına, daha sonraları ahşap gemilerin su sızdırmaması için kalafatlanmasında kullanımına kadar gidiyor (Farsça asfalt anlamına gelen mumiyanın bugünkü mumya sözcüğünün kökeni olduğunu biliyor muydunuz?).
Kolayca elde edilebilen petrol ürünleri böyle çeşitli işlerde kullanılıyordu, ama 1849'da Kanadalı Jeolog Abraham Gesner ham petrolden kerosen (gazyağı) damıtmayı başarıp, yeni bir pazar yaratana kadar önemi fazla değil.
1859'da Titusville, Pensilvanya'da Edwin Drake'in açtığı kuyu genellikle petrol endüstrisinin başlangıcı kabul edilir.
1863 yılında o sıralarda ancak yatırım yapacak kadar para kazanmış olan John D. Rockefeller, ortakları ve yeni bir ayrıştırma yöntemi bulmuş olan kimyacı Samuel Andrews ile birlikte bir petrol rafinerisine yatırım yaparlar. Hızla büyüyen ve diğer ufak şirketleri yutan Standart Oil'in tren firmalarıyla belli bir miktarın üzerinde petrol taşımak kaydıyla büyük indirimler sağlayan anlaşmaları olduğunu rakipleri çok geç anlar. Rockefeller rakiplerine muhasebe kayıtlarını gösterir, neye karşı olduklarını anlamalarını sağlar, büyük bir para teklifinde bulunur, kabul etmezlerse onlara iflasa itip daha ucuza alacağını söyler. Birer birer ufak şirketleri toplar, tren yollarını ve bankaları da ele geçirmeye başlar. Redkit'ten çıkmışa benzeyen bir olayda, taşıma avantajını ele geçirmek için boru hattı döşeyen bir rakibinin yolunu tren hattında keser. Trene kadar borudan akan petrolü varillere doldurup karşıya taşıyıp boru hattının ikinci kısmına elle götürmeyi deneyen firmaya karşı bu kez de boş vagonları yolun o kısmına yığıp engel olur.
1878'de Edisonun elektrik lambasını keşfiyle düşüşe geçen endüstri, 1885'te Karl Benz ve Wilhelm Daimler'in benzinli motorlarıyla yeni pazarlara açılır.
1911 yılında, Amerikan Yüksek Mahkemesi, büyük ölçüde Rockefeller'ın Standart Oil ve tren yolları monopolisi olan Northern Securities Company'sini durdurmak için çıkarılmış olan Sherman Yasasına (ki günümüzde Microsoft'a karşı da kullanılmaya çalışıldı) dayanarak Standart Oil'i ufak firmalara ayırır.
1928 yılında, endüstrinin "yedi kızkardeş" olarak anılan büyük şirketleri, Achnacarry adlı İskoç kasabasında bir araya gelirler. Standart Oil'den çıkan Exxon, Mobil, Chevron ile 1901'de Texas Spindletop alanının bulunmasıyla ortaya çıkan Gulf ve Texaco Amerikan, Royal Dutch Shell ve British Petroleum (BP) İngiliz kızkardeşlerdir.
Bu toplantıda kendi aralarında bir ortak kota ve fiyat birliği oluşturmuşlarsa da, Eski Enerji Bakanımız rahmetli İhsan Topaloğlu'nun yazılarında, canlanmakta olan ulusal petrol şirketlerinin önünü kesmek, kendi aralarından biri zor durumda kalınca ona her türlü yardımda bulunmak gibi maddeler olduğunu okuyunca, açık açık bir monopoli kurulduğunu anlıyoruz.
1945'te İtalyan Petrol Şirketini özelleştirilsin diye başına getirilen, ve "yedi kızkardeş" lafının da bulucusu olan, Enrico Mattei, bunun yanlış olduğu görüp, şirketi kızkardeşlerle rekabet edebilecek büyüklüğe getiriyor, 1962'de gizemli bir uçak kazasında ölüyor.
1951'te İran'da iktidara gelen Muhammed Musaddık'ın Anglo-İran Petrol Şirketini kamulaştırmasından hemen sonra gelen İngiliz ambargosu, ve sonra Şah'ın ihtilalle yönetime geçirilmesi kızkardeşlerin bu sözlerinde durduklarını gösteriyor.
Şah 1979 da devrilince, Amerika'nın İran'a olan tutumu değişiyor, 1980 den 1988 e kadar süren İran Irak savaşında Irak'a bilgi, ekonomik yardım ve silah sağlıyor.
1949'da Venezüela'nın, İran, Irak, Kuveyt ve Suudi Arabistan'a bir petrol üreten ülkeler birliği önerisi, ve 1960'da Bağdat'ta bu ülkelerin bir araya gelmeleriyle OPEC kurulmuş oldu. Sonradan Katar, Endonezye, Libya, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir de gruba katılacaktır.
Amerikalı Jeofizikçi, Marion King Hubbert'ın 1956'daki makalesinde petrol üretiminin bir çan şekli çizdiğini, ve yarım yüzyıl sonra tepesinde olacağımızı yazdığının üzerinden yarım yüzyıl geçti. Genel görüş bu tepe noktaya vardığımız olsa bile, aslında yeni teknolojilerle yeni reservlerin ortaya çıkması mümkün. 1980 de 645 milyar varil olarak hesaplanmış toplam reservler bugün 1200 milyar varil. Ama Ortadoğu petrollerinin reserv miktarından çok daha önemli bir avantajı var. O da varil başına $1 civarında tutan çok düşük üretim maaliyetleri.
1973'te İsrail ile Mısır ve Suriye arasındaki Yum Kippur savaşında Avrupa ve Amerika'ya petrol ambargosu koyarak krize yol açabilen, petrol üretiminin %40'ını ve reservlerin üçte ikisini elinde tutan, en önemlisi de fiyatları kontrol gücüne sahip OPEC, kızkardeşlerin etkisinin azalmasına neden olan bir organizasyon.
1944'te Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansında imzalanan Bretton Woods sistemine göre her ülkenin para birimi, altın üzerinden hesaplanan bir değişim oranını korur. 1971'te Vietnam savaşının hızlandırdığı enflasyondan doğan ticari açık sonucu, Nixon, doların altına çevrilebilirliği garantisini kaldırır, ve 1976'ya doğru tüm para birimleri serbest oynamaya geçer. Peki altın karşılığı olmadan basılıp dünyaya dağılan dolarların güvencesi ve rağbet görmelerinin nedeni nedir? Tabiki petrol piyasalarında kullanılan para biriminin dolar olması! Petrodolar öyle güzel bişeydir ki, Japonya petrol alabilmek için gereken dolarları Amerika'ya mal satıp kazanır, aldığı dolarları Araplara verip petrol alıp, Araplar petrolden elde ettikleri geliri, en çok kazanacakları Amerika bankalarına yatırır, böylece Amerika efektif olarak, yalnızca dolar denen kağıdı basmakla Japonyadan mal alabilir. Amerikanın sekiz trilyon dolar civarındaki (kişi başı $28.000 nerdeyse!) borcunu düşünürseniz petrodoların başına bir iş gelmesinin, 1929'daki ekonomik krizi gölgede bırakacağını görebilirsiniz.
Ne iş gelebilir ki diyecekseniz, gittikçe güçlenen euro'ya ve Venezüela, İran, Rusya, Çin gibi kendi pazarlarını kurmaya niyetli ülkelere bir bakın mesela.
2002 yılında Irak, yiyecek satın almak için yürüttüğü petrol satışlarında euro'ya geçiyor. 2003 Irak'ın işgalinden hemen sonra tekrar dolara dönülüyor.
Amerika'nın savaştaki en büyük destekçisi İngiltere hâlâ euro'ya geçmedi mi dediniz, duyamadım?
Yakın zamanda petrol satışı için euro'ya geçen ve bu günlerde Kish serbest ticaret bölgesinde, New York ve Londra borsalarına rakip olacak bir petrol borsası kurmak üzere olan İran'a gökten üç atom bombası düşüp düşmeyeceğini siz söyleyin.
Uzun zamandır yapmasam da, meslekten bir jeofizikçi olarak bu hikayeyi yazayım dedim. Gazetelerde, televizyonda pek göremiyorum bu konuları. Popüler kültürde bile yeri yok, Patronun Ohio'daki demir madenini anlattığı Youngstown gibi şarkılar yerine aman petrol canım petrol şarkımız var. Oysa herkesin bilmesi gereken şeyler bunlar. Olup bitenleri doğru anlamak, ne yapacağına doğru karar verebilmek için.
Ne ben Şehrazat olduğum, ne de binbir gecemiz olduğu için, hikayedeki birçok detayı yazmadım, yan hikayeleri öğrenmek için Henry Kissinger, Max Ball ve petrol yasası, BP Karadeniz petrolleri, Chavez, Petroruble, Oil Peak, international oil transportation (boğazdan günde bir milyon varil petrol geçtiğini biliyor muydunuz?), milli petrol davası, Muammer Aksoy, Oil Prices, Enrico Mattei gibi aramalar yapabilirsiniz, internet elinizin altında :p
Be the first one to comment...
25 July 06, Tuesday @ 19:19
Pardus'un yeni açılış sistemi "müdür" konusunda pek yazmadığımı farkettim. Paketçilere yönelik bir belge ile fikirleri ve bulguları anlatan İngilizce paper tadında bişi var, eh kod da açık, ama "neymiş la bu, baksam mı" diyenlere de ilk elden anlatmak lazım. Önce tabiki tarihçe:
Herşey Çağlar'ın initng'yi denemesi, açılış süresini hızlandırdığını gördükten sonra geliştirme sürecine katılmasıyla başladı. Bunlar söz konusu projeyi geliştiren dondurmacı amcanın kodunu epey bir temizledilersede, bir gün Çağlar'ın bir sorusu üzerine koda baktığımda, neden sistem programları için bile C'nin iyi bir seçim olmayabileceğini gösteren bir ışık yandı kafamda.
1.0 de son anda çok sorun çıkartan açılış yerelleştirme desteği, ve /etc/init.d altındaki betiklerin çok basit işler için kullandıkları içinden çıkılmaz program yapılarını da görünce tasarımın ana çatısı yerine oturdu.
"Yüksek düşünceler için yüksek bir dil gerekir."
-- Aristophanes
Kabuğun (özellikle bash'in) "bir işi yap, ama iyi yap" diyen unix felsefesinin dışına çıktığını düşünüyorum. Bir man sayfasına bakın, bir sürü programlama elemanı göreceksiniz, ve hepsi de acayip senktakslara sahip. Programları borular aracılığıyla bağlamak için çok fazla şey var, ama temiz döngüler, liste ve sözlük gibi veritipleri, ya da mantıklı davranışları olan karşılaştırma operatörleri gibi şeyler olmadığı için bir program yazmak için de çok elverişsiz.
Genellikle kabuk programları awk, sed, cut, vs gibi gene kendi yetersizliklerini taşıyan başka araçlara gerek duyuyor ve iş çığrından çıkıyor.
Bunları gözlemledikten sonrası sıfırdan Python ile bir prototip yazma, ekibin bunu gözden geçirmesi, eksikleri tamamlama, test süreci ve pardus'a entegre etme, ve olayların gelişmesi...
Neler kazandık?
- Python sayesinde kod boyutu aynı özellikle tamamen sağladığı halde yirmide birine indi. Bakım ve geliştirme çok daha kolay hale geldi. Yerelleştirme desteği gettext ile basitçe halledildi.
- Hız kazancı
Herkesi etkileyen bu oldu sanırım, ben o kadar önemli bulmuyordum :)
Buradaki bulgularımız enteresan. Mesela aslolan şey betikleri paralel çalıştırmak değil, okuma/yazma IO işlemlerini en verimli olacak şekilde dizmek. Müdürün
ana kısmı ihtiyacı olan modülleri bir seferde yükleyen ve başka araçlar, gereksiz geçici dosyalar vs kullanmayan tek bir program olduğu için burada disk IO'yu bölmemek açısından büyük avantaj sağladı.
Betikleri yeniden yazarken sağa sola saçılmış sleep'leri (ah bu hızlı ve kirli iş yapıp sonra öyle bırakan özgür yazılımcılar) kaldırıp mesela bir programın soket açması yada bir aygıtın /dev dosyasının oluşması bekleniyorsa direk bu durumun kontrol edilmesi baya bir hız ve sağlamlık sağladı :)
Bunların üzerine paralel betik çalıştırma fazla bir avantaj sağlamadı, zaten açılış ekranı için gereken servisi temel açılış işlemleri tamamlanır tamamlanmaz başlatıyoruz. Diğerleri daha sonra paralel yada seri çalışmış görünen bir etkisi olmuyor.
Eğer Pardus 1.1 alfa kurduysanız, 1.0 üzerindeki 20 saniye altındaki açılış süresinin her bilgisayarda yakalanamadığını, bazı makinalarda 30 saniye gibi çok büyük ^_^ sürelere çıktığını farketmişsinizdir. 1.1 final sürümü ile bu sorun düzelecektir. Kernel, udev gibi bazı temel bileşenler değiştiği için bazı ince ayarlar meme yapmış :)
Mesela kimi makinalarda grub.conf içindeki kernel satırındaki splash= parametresinden fadein'i çıkardığınızda süre 4-5 saniye kısalıyor, benim makinamda ise 0.5-1 saniye kadar bir etkisi oluyor.
Bir de çekirdeğe dahil ettiğimiz ama otomatik açmadığımız fcache özelliği var. Jen Axboe'nun bu yaması ayırdığınız bir partisyonu cache olarak kullanıyor ve buraya sıralı olarak kaydettiği okuma işlemlerini sunarak harddisklerin kafa hareketi sırasında (seektime) kaybettiği süreyi geri kazandırıyor. preload veya readahead'den daha iyi bir çözüm.
Denemek isterseniz (sonra bişileri bozdum diye bana gelmeyin, üretim sistemlerinde denemeyin, uyarmadı hiç demeyin):
/etc/fstab dosyanızda / partisyonu bağlayan satırda fcache_dev=3/1,fcache_prime=1 şeklinde iki opsiyon ekleyeceksiniz. Ordaki dev ls -l ile /dev deki hda2 hda3 (artık neyse) gibi aygıtlara bakınca gördüğünüz major ve minor aygıt numaraları, burayı kullanmadığınız bikaçyüz megabytelık bir partitiona ayarlayın (bunu nasıl yaparım diye soruyorsanız yapmayın, dert almayın).
Sonra bilgisayarı yeniden başlatın, giriş yapın, hatta sık kullandığınız 1-2 programı açın. Onlar da faydalansın :)
fstab'ı tekrar değiştirip fcache_prime'ı 0 yapın, sonra
mount -o remount /
komutunu vererek kullanıma alın. Sonra bilgisayarı yeniden başlatıp farka bakın.
Hızlı bir diskte müdür kısmında 1-2 saniye kadar olacaktır hızlanma tahminen, zaten diski iyi kullanıyor, kde ve cachelediğiniz programların açılış süreleri baya iyileşecektir. Cache performansı düşürse şu prime=1 işlemini tekrar yapın. İlerki sürümlerde bu yamanın stabilitesinin artmasıyla bu işlemi otomatik hale getireceğiz.
Aslında sistemi ve programları çok çok daha hızlı açabilmek ve kullanabilmek gerekir, peki bu niye yapılamıyor? Cevabı için
buradaki why userspace sucks kısmını okuyun. Evet cevabı yine tembel xorg'cular, gnome'cular, hatta kde'ciler. Bazen amiga ve scene günlerini özlemiyor değilim.
Neyse... ben
Firuzbey'imi aldım tatile kaçıyorum, zaten çok fazla yazmışım :)
Be the first one to comment...
22 July 06, Saturday @ 16:31
Bir keresinde
Floreana adasından bahsetmiştim. Geçenlerde enteresan tarihi olan bir başka adanın
satılmakta olduğunu gördüm.
Sözkonusu Johnston Atolü, yaklaşık 70 milyon yıl önce, Pasifik okyanusunun ortasında Hawaii ve Marshall adalarının arasında, deniz altı volkanik aktivitesiyle yükselen bazaltik lavların katman katman birikip, sonra çöken bu yükselimin üzerinde üreyen mercanların oluşturduğu bir mercan resifi.
1807 de kaptan James Johnston tarafından keşfediliyor. 1858 de ise Amerika tarafından el konuluyor. Doğal hayatı ve kuşları sağolsun, uzun süre kuş pisliği kaynağı olarak kullanılıyor. Kuş pisliği deyip geçmeyin, gübre ve barut üretiminde çok önemli bir kaynak.
1960 lara doğru çeşitli hidrojen bombası denemelerine şahitlik ediyor. Bunlardan
Starfish Prime sırasında nerdeyse 400km de patlatılan (ve atmosfer olmadığı için mantarı gözlemlenmeyen) bir bomba nerdeyse 1000 mil uzaktaki Hawaii'de bütün elektrik sistemlerini bozan bir EMP etkisi yaratırken, Pasifik gökyüzünde yapay bir aurora bile oluşturuyor.
1971 de Amerikan hükümeti Okinawa'daki VX sinir gazı stoğunu adaya taşıyor. 1990'da da Almanya'daki kimyasal silah stokları getiriliyor. 1993'te imzalanan
kimyasal silahlar antlaşması ile bu stokların yokedilmesi başlıyor.
JACADS adı verilen tesis yüzbinlerce kimyasal silahı temel elementlerine ayrıştırıp imha ediyor.
(Yan hikaye: bu tesis çalışmaya başlamadan evvel, bazı
sivri akıllılar CHASE (cut holes and sink em!! evet şaka gibi) adlı akıllara zarar bir projeyle kimyasal silahları gemilere doldurup batırmak yoluyla kurtulmayı deniyorlar. Neyseki, gemiler çürüdüğünde etrafa yayılıp dokunduğu canlıyı anında öldürebilecek, binlerce ton kimyasalı sahillere bırakmış olmanın saçmalığını çok geçmeden farkedip projeyi durduruyorlar)
En nihayet 2003'te tesis görevini bitirince tası tarağı toplayıp adayı doğal yaşama terkediyorlar. Ne hikaye ama değil mi?
Be the first one to comment...
16 June 06, Friday @ 12:10
Milli takımımız dünya kupasında çeyrek finale çıkmış :)
Şu linkten Four Legged kısmından round 2 seçip go'ya basarsanız takip edebilirsiniz. Yalnız geç işliyorlar ve siteleri çok kötü. Böyle bir olay için düzgün bir canlı yayın / haber sitesi işletmemeleri garip olmuş.
Daha fazla bilgi
Çetin beyin blogunda var neyseki.
Be the first one to comment...
11 June 06, Sunday @ 21:39
Dünya kupası başlıyor bu hafta, bakalım
milli takımımız neler yapacak :)
Be the first one to comment...
04 June 06, Sunday @ 00:58
Web günlüğünün, normal bir günlükten farklı olarak, kişinin kendisi için değil de, başkalarının okuması için tutulduğunu düşünüyorum. Yoksa rss ile yayınlamanın da pek bir anlamı olmazdı herhalde.
Linux gezegeni özelinde, insanların özgür yazılımla ilgili yazdıklarını takip ediyorum, bunun dışında kalan sanat, bilim, günlük hayat vs ile ilgili yazılanlar da insanları tanımak açısından güzel, bazen de işe yarıyor. Gezegenin geniş bir yelpazesi olmasını biraz gürültüye yol açsa bile tercih ederim.
Yalnız bir tip gürültü var ki, gürültü olduğu vurgulanınca, gülünç bir biçimde kendisini özgürlük savaşçısı Sartre şeklinde ortaya koymasıyla bana bu yazıyı yazdırdı. Emre Sevinç'in günlüğünden söz ediyorum.
Derin bilimsel bilgi süsü verilmiş, postmodern paper generator'dan fırlama içeriği geçtim. Her yurdum akademisyeninin hastalığı. Bilmiyorum diyebilmek için Socrates olmak, Feynman olmak, İhsan Ketin olmak gerekiyor.
Boş programlama dili tartışmaları ne yazık ki usenet ile birlikte ölemedi. Ortada yazdığı bir özgür yazılım, ya da özgür olmasa bile yaygın kullanılan anlamlı bir takım programlar olmayan adamlar sanki endüstrideki en tecrübeli adamlarmış gibi fikir belirtince hiç çekilmiyor, ama onu da geçtim.
Yabancı planet ve listelerde olup biteni sanki amcaoğlu ya da kendisi yapmış gibi alıntılamayı da geçtim.
Bu tür davranışların nedeni ya bir şeyler üretmeye çalışıp kendi sınırlarını görmüş olmamaktan kaynaklanan kağıt üzeri bilgi, ya da başkalarının başarısına tutunup kendini yükseltmeye çalışan bir "I'm with those guys" yaklaşımıdır diye düşünüyorum. Belki de ikisi birden. Hem de aynı gün içinde. Üstelik her gün. Hatta her gün içinde üç kere :)
Zaten problem de bu.
Be the first one to comment...
15 May 06, Monday @ 15:10
Bir Linux şenliği daha bitti.
Sevgili ODTÜ öğrencileri ve hocaları zaten Linux'u çok iyi bildikleri ve bilimsel çalışmalarından hiç vakit ayıramadıkları için ortalarda yoklardı.
Kırk yılın başı kravat takayım dedim, az kaldı yönetim kuruluna aday yapacaklardı. Demek ki hala kıyafete verilen önem büyükmüş.
Çekilen resimlere bakarken,
şunu gördüm. Türkçe karakter sorunu Pardus dışında hala yaşıyor galiba.
Xynth ekibi ile tanışmak güzel oldu. Kendileriyle X Window geliştiricilerini kah olumlu kah olumsuz cümlelerle andık. Birlikte bir şeyler yapacağız inşallah.
Faik feci bowling oynuyormuş, Fişekmobil 18 kişi taşıma kapasitesine haizmiş, Görkem Pardus uçurtması yapmış, şenliğe gelmeyenler çok şey kaçırmış...
Be the first one to comment...
15 April 06, Saturday @ 13:13
Tarih: 2004-05-03 13:52
Gönderen ise: S.Çağlar ONUR <caglar.onur at tubitak.gov.tr>
Selamlar;
e-postanızı seminer@linux.org.tr'ye attığınız e-postalardan seminer
çalışma grubunun bir üyesi olarak izinsiz aldım umarım kızmassınız :).
Imposter'ı çektim denedim ve hayran kaldım, elinize sağlık. Bilmem
biliyor musunuz gentoo linux, ebuild scriptleri denen ve yazılımların
otomatik kurulmasını sağlayan bir sistem kullanıyor. Eğer sizin için bir
mahsuru yok ise imposter'ın gentoo linux ile kullanılabilmesi için bir
ebuild geliştirmeyi düşünüyorum fakat önceden izninizi alayım dedim :).
Şenlikte görüşmek üzere...
Yaa
Çağlar efendi, gelir miydi aklına, bir gün
pan-galaktik işletim sistemi Pardusun paketçibaşı olacağın :)
Günün yan mesajı da romalı düzyazar Seneca'dan, tüm çokbilmişlere:
Birçok şeyin tadına bakmak hiçbir şey beğenmeyen bir midenin işidir... yiyecekler mideyi doldururlar, ama beslemezler.
Neyse, bahar geldi İstanbul'a, keşke yalnız bunu söylemek için yazsaydım bu blog'u ;)
Be the first one to comment...
22 February 06, Wednesday @ 10:02
Bugünün gazetelerinde, İstanbul'a Afrikadan gelen çok zehirli bir örümceğe dair haber var.
Bu ve
bu adreslerde okuyabilirsiniz.
Haberdeki gariplikler dikkatimi çekince, biraz araştırma yaptım. Adı geçen Segestria florentina, Avrupa ve Asya'da zaten görülen bir böcekmiş. Haberdeki kadar zehirli ve tehlikeli olduğuna dair bir şey bulamadım.
Gazetelerde çıkan resimdeki örümcek
işte burda. Pek de bir özelliği yokmuş?
Şu sitede ise enteresan bilgiler var. İtalyanca içeriği Ali bey sağolsun çevirdi:
(11:15:08) Ali Işıngör: "bence" diyor yazar, "sahip olduğu çekicilik, ürkütücü güzelliği ile ve çaçırtıcı bir şekilde uzun ömrü ile yakalanması durumunda çok büyük bir keyif verebilecek bir cinstir. ilk besleme döneminde biraz sabırlı olmanız ve onu çok fazla rahatsız (dürtme taciz etme anlamında) etmemeniz gerekir. onu yetiştirmek için uygun bir toprak ve mümkünse de tırmanabileceği ve iki çıkışı olan bir yuva sağlamanız onu mutlu eder. her türlü gıdaya kısa zamanda alışan örümcek, bir süre sonra sahibini tanıyarak avlarını ondan kaçırmaksızın yemeyebaşlarmış
(11:15:27) madcat: off
(11:15:45) madcat: evcil bir de!
(11:16:11) Ali Işıngör: böyle uzuyor... alışınca elinden bile yemek yiyebileceğini söylüyor :)
(11:16:46) Ali Işıngör: sinek, drosofile, un topakları ile besleyebilirmişsin
(11:18:06) Ali Işıngör: genelde su vermeye gerek yokmuş sadece çok sıcak havalarda yuvasının girişindeki ağı bir fısfıs ile hafifçe nemlendirmek yeterliymiş
Aslında olay açık, böcek temizleme işi yapan bir kişinin lafıyla yapılmış haberde ne beklenebilir ki. Gazetecilerin yirmi saniye sürecek bir gugıl araması ile haberin doğruluğuna bakmamış olmalarında da değilim.
Ama insan örümcekten neden korkar yahu. Tamam çirkin olabilirler, ama onlar da kendi güzellikleri içinde hayatını sürdürmeye çalışıyor işte.
Be the first one to comment...
02 January 06, Monday @ 02:07
Galapagos'ların ilk yerleşilen adalarından biri olan Floreana'nın kuzeyinde Postane Koyu adıyla bilinen meşhur bir koy var.
1800 lerin başında buraya balina avına çıkan balıkçı tekneleri ikmale gelir, kumsaldaki bir varilin içine mektuplarını bırakırlarmış. Burdan geçen diğer denizciler ise varildeki mektuplardan gidecekleri yöne ait olanları alır, vardıkları limandan postaya verirlermiş. Bugün gelip geçen turistler hala bu geleneği devam ettiriyorlar, burası da dünyanın en ünlü postanesi.
Yılbaşı
şekeriniz de burada. İyi yıllar! :p
Be the first one to comment...
27 December 05, Tuesday @ 03:05
Be the first one to comment...
15 November 05, Tuesday @ 18:42
Yol
haritamıza uygun olarak Pardus
alfa sürümünü çıkardık. Bazı aksaklıkları var tabi, zaten amaç bunları bulmak. O yüzden üretim sistemlerinde denemeyiniz, herşeyin yolunda gitmesini beklemeyiniz. 26 Aralık'a az kaldı, stand and be true...
"Kültürel çeşitlilik" nereye kadar gidebilir, japonyada öğretmenlik yapan siyah bir kişinin
kaleminden okuyalım, ayrıca
kancho oyununa dikkat.
Be the first one to comment...
28 October 05, Friday @ 06:17
Evet Firaxis (Sid Meier amcanın oyun şirketi) Pirates'tan sonra
Civilization IV ü çıkartmış.
Ben daha Pirates'ı bile oynayamadım, ama bu oyunun ilginç bir tarafı var benim için. Oyunun script ve oyun ekranları tamamen Python ile yapılmış! Yapılan bir şöyleşide geliştirme zamanını çok kısalttığı ve mod yapacaklara da büyük imkanlar tanıdığı için düşündüklerinden daha büyük bir kısmı Python ile yazdıklarını söylüyorlar.
Google
summer of code sonuçlarına bakarken
gloox'u farkettim. Kendisi çekirdek olarak
iksemel'i kullanan bir XMPP (Jabber) kitaplığı. Ben de kazanmış kadar sevindim valla :)
Bash global history derhal pardus'a girdi bile, diğer projelerden de alacaklarımız olacak. Nmap gui, inkscape geliştirmeleri, vs. Google pek güzel bir iş sponsor etmiş.
Be the first one to comment...
13 October 05, Thursday @ 06:08
S- Sizden de sık sık Nobel adayı diye söz ediliyor?
H.L.Borges- Bir Nobel ödül aday adayı olarak ölmek isterim. Zaten o kadar çok sözü ediliyor ki, şimdiden almış gibiyim. Bu ödüle layık olduğumu sanmıyorum. İsveç Akademisi üyeleri de büyük bir coşkunlukla bu kanımı paylaşıyorlar. Bir ödülün bunca önemli, onu verenlerinse böylesine önemsiz olmaları çok garip doğrusu. Hiç bir akademi üyesinin adını anımsıyor musunuz?
Be the first one to comment...