İstatistiği sağduyu olarak kullanmak
29 March 13, Friday @ 13:50Filmi de çekilen Moneyball kitabının yazarı Michael Lewis, geçen sene Princeton Üniversitesinde bir mezuniyet konuşması vermişti. Tamamını dinlemenizi öneririm, özetle insanların başarılarını ve geldikleri konumları büyük oranda şanslarına borçlu olduklarını ve kendilerini başkalarından daha fazla hakka layık görmeden önce bunu bir düşünmelerini söylüyor.
Şansın etkisini fark etmek için bilinçli bir çaba gerekiyor. Öncelikle egomuz aldığımız eğitimi, çevremizin katkılarını, toplumdan gördüğümüz desteği unutup gözümüzü sadece kendi özelliklerimize dikiyor. Sonra da hikaye anlatmaya olan düşkünlüğümüz, olayları geriye dönük açıklayan, zaman içinde gelişen taraflı yaşam hikayeleri yazmaya başlıyor.
En büyük çok uluslu şirketlerin yöneticilerine bakın. Yakın zamanlara kadar bunlar şirketin en alt kademelerinde işe başlayıp otuz sene her kademede çalıştıktan sonra şirketin başına geliyorlardı. Bugün ise neredeyse üniversiteden çıkar çıkmaz CEO olarak işe başlayan insanlar var. İşe alım kriterleri başarıdan ya da bilgi birikiminden ziyade okulda kimin arkadaşı oldukları. Bunu mühendis seçerken yapılan binlerce görüşmeyle kıyaslayın.
İşin komiği performans değerlendirmelerinde girişim (startup) değerleri kullanmaları. Girişimciler için şirketi kurduktan üç ila beş yıl içinde şirketi satmak ya da benzeri bir çıkış yapmak normaldir. Kurumsal bir firmanın yöneticisini de bu kadar kısa zaman aralığında değerlendirirseniz, adamın yapacağı iş, bol miktarda adam çıkarmak, uzun vadede şirketin batmasına yol açacak işler yapıp günlük değerleri yüksek göstermek ve üç yıl sonra bonusunu alıp gitmek olur.
Havadan zengin olan, koskoca şirketleri aptalca kararlarla batıran adamlar, aldıkları bonus yetmiyormuş gibi bir de tavsiye vermeye kalkıncalar gülünç oluyor. Başarının sırrı çok çalışmakmış, sabah erkenden işe gelirlermiş, vb vb. Ortalık, liderlik sırları, falanca kişinin iş kuralları, kariyer yapmanın on kuralı gibi zırva yazı ve kitaplardan geçilmez hale geldi. Hele kendi avantajlarını ve yaşam kolaylıklarını unutup, utanmadan ben doğum yaptıktan sonra bile toplantıya girdim, çalışanlardan da aynı şeyi beklerim gibi mesajlar verenler işin tadını kaçırıyor.
Sahip olduğumuz her özelliğe bilgiye ve deneyime karşın, dünya üzerinde aynılarına ya da daha iyilerine sahip en az bir milyon kişi var. Medya yalnızca başarılı (=şanslı) olan azınlığa odaklanarak istatistiksel sapmaya yol açıyor ve palavra hayat hikayelerine inanılırlık sağlıyor.
Büyük organizmaların bu aptallığı aslında iyi bir şey, doğal gelişime yer açıyor ve hantallığın ölüp gitmesini sağlıyor. Biz şansın temel faktör olduğu bir ortamda bundan nasıl faydalanılır ona bakalım.
Olasılık konusunda yazan çağdaş filozoflardan Nassim Taleb bize bunun ipuçlarını veriyor. İlk adım, bir şeyin kendisiyle o şeyin bir fonksiyonu arasındaki farkı kavramak.
Bilmediğimiz faktörler sonucu gerçekleşen olayları altı yüzlü bir zar atışıyla ifade edelim. Diyelim ki, attığımız zar sonucu gelen rakam kazancımız olacak. Hilesiz bir zarda beklediğimiz ortalama kazanç (1 + 2 + 3 + 4 + 5 + 6) / 6 = 3.5 olacaktır. Bu, olumlu ve olumsuz faktörler birbirlerini dengelediğinde, yani %50 başarı elde ettiğimizde elimize geçecek kazançtır.
Şimdi ise kazancımız zarın direk değeri değil bir fonksiyonu olsun. İlk önce konveks bir fonksiyon olan f(x) = x*x kare fonksiyonuna bakalım. Beklenen kazancımız (1*1 + 2*2 + 3*3 + 4*4 + 5*5 + 6*6) / 6 = 15.17 olacaktır. Bu değer zarın kendi beklenen değerinin karesinden daha büyük (3.5*3.5 = 12.25) bir değer. Böyle bir durumda ortalamanın altında kar etmemiz için faktörlerin büyük kısmının olumsuz gitmesi gerekecektir.
Eğer konkav bir fonksiyon olan f(x) = kök(x) karekök fonksiyonun seçersek, beklenen değer bu sefer (kök(1) + kök(2) + kök(3) + kök(4) + kök(5) + kök(6)) / 6 = 1.80 olur ki, zarın kendi beklenen değerinin karekökünden (kök(3.5) = 1.87) daha küçük bir değerdir. Bu durumda ise ortalama kar yapabilmemiz için faktörlerin büyük kısmının olumlu gitmesine ihtiyacımız var.
Jensen eşitsizliği adı verilen bu durum, mesela ar-ge projelerinin neden hep geciktiğini bize açıklıyor. Projenin eksi zamanda (daha başlamadan önce) bitmesi söz konusu olamayacağına göre, bilinmeyen faktörlerin etkisi konkav (süreyi daha uzatacak tarafa doğru meyilli) bir fonksiyon. Bu durumda da gecikme olmaması için planlama aşamasında bu faktörlerin çok büyük bir bölümünü doğru tahmin etmiş olmak (imkansız bir çaba) gerekiyor.
Taleb'in Antifragile kitabı bu yaklaşımın sağlık, günlük yaşam, ekonomi gibi birçok alanda doğru riskleri almak için nasıl kullanılabileceği üzerine. Biz yine yalnızca girişimlere odaklanalım.
Ar-ge'nin mutlaka gecikeceğini gördük. Demek ki bunu hesaba katmamız, kaynakları tüketmeden, planlarda çok geniş zaman aralıkları bırakarak hareket etmemiz lazım. Paul Graham, Nasıl Ölmemeli? yazısında farklı bir noktadan yola çıkarak benzer bir sonuca varıyor.
İşgören minimum ürünle işe başlayıp, yapılmasa da olacak herşeyi sonraya bırakmak da çok iyi bir strateji. Hem işi basitleştirip bilinmeyenleri azaltıyor, hem de ürün başarısız olursa çöpe atılacak emeği azaltarak kazanç fonksiyonunu olumlu yönde büküyor.
Bir girişimin şansını çok fazla arttıramayacağımıza göre, girişim sayısını arttırarak toplam şansı yükseltebiliriz. Daha incelikli bir strateji birden fazla girişimi paralel olarak götürmek. Yatırımcılar arasında birbirine rakip şirketlere eşit oranda yatırım yapmak epey rastlanan bir durum. Rekabeti bir şirket kazandığında kaybedenlere yatırdığınız ve batan paranız sınırlı iken, kazanan şirketten kazanacağınız miktarın limiti olmadığı için net bir kazanç sağlama olasılığı çok yüksek olacaktır. Bu daha çok yatırımcılara uygun bir strateji gibi de görünse, girişimciler de uygulayabilir.
Okul dönemi boş zaman açısından paralelde bir kaç girişimde bulunmak için ideal. Bir kaç mobil uygulama ya da web sitesi kurmadan mezun olmayın. Okuldan çıkınca yalnızca girişimlere atılmak yerine, tecrübe kazanılacak ama vakit öldürmeyecek makul bir iş bulup, bir yandan para birikimi yaparken, bir taraftan da girişimlerde bulunmak da güzel bir strateji olabilir.
Böyle paralel işler çok yorucu olabiliyor. İnsan beyni de bilgisayar gibi bir önbelleğe sahip, bir işe başladığımızda yavaş yavaş detaylarla doluyor ve hızlı çalışmamızı sağlıyor. Hemen başka bir işe geçince detayları unutup baştan başlıyoruz. Verimliliği düşürmeden paralelliği arttırmak için benim bulduğum strateji işleri atomik parçalara bölmek ve bir parçayı tamamen bitirmeden bir sonraki işe geçmemek. Bir sonraki işi ise farklı bir alandan seçerek sıkılmayı ve yorgunluğu önlemek.
Tabii işin miktarı değil niteliği önemli. O yüzden mutlaka işleri filtrelemek lazım. Yapmayabileceğiniz hiç bir şeyi yapmayın. Emin değilseniz yapmayın gitsin. İş hayatımda önüme acil olarak gelen, bir kaç hafta boyunca ihmal edince de yapılmasına gerek olmadığı anlaşılan bir dolu şey oldu (neyseki hiç birini yapmamıştım zaten eheh). Gerekli ve doğru işler tekrar tekrar ortaya çıkıp kendilerini hatırlatır zaten.
Her şeyi tepkisel olarak planlayıp tamamen bitiş tarihleri üzerine yaşamak, rastlantısal ve keyfi işleri hayatınızdan çıkarıp rastlantılardan etkilenme fonksiyonunuzu olumlu taraftan daraltan bir diğer hata olur.
Bu konuda söylenecek tartışılacak çok şey var ama bu yazı fazla uzadı, artık başka yazılara. Rastgele! :)
Cagatay
29 March 13, Friday @ 17:52Çok güzel bir yazı olmuş. Eline sağlık.
Derli toplu, derdini anlatabilen bir yazı. 40 yaşımda hissettiğim ama tanımlayamadığım bazı şeyleri hap gibi sunduğun için teşekkür ederim.